Her güzel şeyin bir sonu vardır, her sonun da bir başlangıcı.
Ölüm gibi, hayat gibi, aşk gibi…
Bugün sizlere “Yapay Zeka” ya da herhangi bir teknolojik gelişmeden bahsetmeyeceğim.
Bugün son kez kaybedilen hayatların, aşkların ve hayallerin üzerine konuşalım…
Genelde duygusal boşluktayken izlediğimiz bir film önerisinde bulunup aranızdan ayrılacağım.
“Kaybedenler Kulübü”
Kaybetmenin asaleti üzerine bir film…
"Kaybedenler Kulübü" denildiğinde akla ilk gelen, iç dünyalarındaki boşlukları kendi usullerince doldurmaya çalışan iki kaybeden; Kaan ve Mete'dir...
Bu film, hayatta her şeyin başarılardan ibaret olmadığını, bazen kaybederek de var olmanın bir anlamı olduğunu gösteren bir eser…
Bu karakterler, toplumun başarıya odaklandığı bir dünyada kendilerini marjinal hayatlar sürerek ifade ediyorlar…
Ama bu marjinallik sadece toplumdan kaçmak değil; aynı zamanda kendi içsel huzurlarını bulma çabası…
“Aslında kazanmak nedir ki? En büyük zaferi kazandığında bir Antonious olduğunu düşün; Paris'e geldiğini ve o takın altında olduğunu ve bütün insanların senin altında olduğunu düşün ve gücün en üstünde olduğunu... Yalnız kaldığın o anda "n'oldu be, şimdi n'olacak?" diyorsan kaybedensin sen, kaybetmişsin. Yani o anda en büyük zaferin içinde kaybetmişsin.”
Film, 90'ların sonuna damgasını vuran bir radyo programı olan Kaybedenler Kulübü'nün iki yaratıcı ismi üzerinden, farklı bir hayat tarzını yansıtıyor.
Kaan ve Mete, bu programla kendi iç dünyalarını açığa vururken, aynı zamanda dinleyenlerin de kayıplarını, yalnızlıklarını ve eksiklerini paylaştıkları bir platform oluşturuyorlar.
Felsefi sohbetler, alkol ve müzikle harmanlanan bu radyo programı, birçok insanın iç dünyasına dokunuyor.
Şöyle diyor filmin bir köşesinde;
“Bazı insanlar aile kurmayı öğrenirler. Yani buna değer verirler. Bazıları ise başka bir takım şeylere, değer verirler. Onlara değer verirken niye değer verdiğini düşünmez birey, toplum için erimiş olan birey. Toplum koleje girmeyi bir değer olarak sunduğu için artık o kişiliğini yok sayma halidir. Koleje girmek için yarışır, üniversiteye girmek için yarışır, iyi bir işe girmek için yarışır, güzel bir kadınla evlenmek için yarışır. Devamlı bir yarış ve kazanma zorunluluğu.”
Kaybedenler Kulübü, yalnızca kaybetmek üzerine değil, aynı zamanda bu kayıplarla nasıl barışılabileceğini de gösteriyor.
Her şeyin başarıya endekslendiği bir dünyada, kaybetmenin de bir duruş olduğunu hatırlatıyor…
Karakterler, kendi hayatlarının yanılgılarını ve çıkmazlarını içtenlikle kabul ederken, bu kayıplarının da hayatın bir parçası olduğunu dile getiriyorlar…
“Yaşlı bir Kızıldereli ne kadar yanılabilir?”
Film, seyirciyi kazanmaktan çok, kaybetmenin ve bu kayıpların arkasındaki duyguların gerçekliğine davet ediyor…
Sonuç olarak, Kaybedenler Kulübü izleyiciyi başarı baskısından bir nebze uzaklaştırıp, kaybetmenin de insan olmanın doğal bir parçası olduğunu hatırlatan, samimi ve gerçekçi bir yapım.
Hayatta her zaman kazanan olmayabiliriz; bazen en büyük dersler, kayıpların ardından gelir…
İçinde olduğunuz tüm savaşları yenildiğiniz zaman değil, vazgeçtiğiniz zaman kaybedersiniz…
Evet sayın okur, filmden benim de çok sevdiğim bir alıntıyla bu son yazıma nokta koyuyorum.
“Hiç gülümsemedi, hiç gülümsemeyecek gibiydi. İyi bir gün batımından beklenebilecek her şey vardı oysa gökyüzünde, tüm o sıcak renkler, hafif bir esinti ve parfümünün kokusu. O anda bir örs düşse gökyüzünden ancak 9 gün 9 gece sonra varabilirdi yeryüzüne ve tunçtan bir örs düşse yeryüzünden, ancak 9 gün 9 gece sonra varabilirdi göz bebeklerine.”
Kendine iyi bak sayın okur, tabii eğer böyle bir şey mümkünse…