55 yıl önce Heykel’deki Dilek sinemasının perde önündeki duhuliyesinde film seyrederken, filmin bitimindeki “the end” yazısını görmeden salonu asla terketmezdik
Aynı şekilde, Cumartesi günü 100. Yıl Atatürk Stadı'ndan ayrılamadığımız gibi...
Şanlı şampiyon, Anadolu futbolunun yüz akları Bursaspor'umuz, Atatürk Stadı'nda bulunduğu klasmana da "hayır" diyerek The End yaptı.
Belki, matematiksel manada düşüş daha gerçekleşmese de , sonun bir öncesinde olduğumuzu artık inkar etmenin bir anlamı kalmadı.
Maalesef bir alt klasmana daha inerek, 3. Lig trenine bindik.
Oysa, müsabaka öncesinde şehirde bir sinerji oluşturulmuş ve mükemmel bir hava yaratılmıştı.
Cumartesi günü olmasına rağmen alışılagelmiş taraftar sayısından çok daha fazlası vardı.
Taraftar takımını özlemiş.
Diyarbekir müsabakasından sonra akla zarar seyircisiz yasağı ile cezalandırılan taraftar stres atmaya, özlem gidermeye gelmişti.
Bu müsabakadaki taraftar sayısı ve desteğini, süper lig takımlarının yarısının göremediğini de iddia ile söyleyebiliriz.
Oynanan oyuna gelecek olursak ve içine girersek; belki de hiç çıkamayabiliriz...
Çünkü Bursaspor futbol takımının yeşil zemin üzerindeki durumunu futbol diliyle izah etmek gerçekten çok zor.
Savunmasından tutun, orta sahasına devam edin, ofansa kadar yürüyün, elle tutulur, gözle görülür bir şey bulursanız; bilgi verin yazalım...
Yeminle izah edilebilir bir durum değil.
Koskoca 45 dakika bir pozisyona girmeden, rakipten beş net pozisyon yemek, her takımın harcı değil.
30. dakikada skor üç farklı hale gelmediyse, bu durumu ilahi bir olgu ile açıklamak daha doğru olabilir.
Neler, neler gol olmadı, top kalemize nasıl girmedi, inanılır gibi değildi...
Ümit hoca, arka tarafındaki iki yardımcı hoca ile üçlü olarak, kenardan oyun yönettiler.
İsterseniz beşli yönetin nafile...
Sahadaki oynayanı, çıkanı, gireni bu işin altında ezilmişler ve belki de kendilerinde olduğunu varsaydığımız beceri ve yetenekleri de yitirmişler.
Artık, bırakın 2. ligi, 3. ligi, amatör müsabakalarda bile takımların bir şablon ve plan ile sahaya yayılıp, izleyenlere ne yapmak istediklerini, futbol diliyle ifade edebildiklerine şahit olurken;
Akademiden gelen, alt yapı nosyonuyla kavrulmuş bu çocukların çaresizliğine tanık olmak çok acı, çok ızdırap verici ve bir o kadar da düşündürücü!
Takım bir bütün içinde hareket edemiyor.
Takım bölgesel bağlantıları kuramıyor.
Hatlar arasında sanki gözle görülmeyen bir duvar var.
Savunmadan çıkışı bilmiyor, savunma ile orta saha arasındaki bağlantıyı kuramıyor, merkez orta saha oyununu açamıyor, kanatlar çalışmıyor, rakip ceza sahasına nasıl girileceği, nasıl orta yapılacağı bilinmiyor, merkezden dikine derin top yapılmıyor... Yor, yor, yorrr...
Hadi takım oyunu yok. Herkes ayrı telden çalıyor...
Ya arkadaş bireysel beceri ve ağırlık koyup, heyecan yaratan da yok.
Hoca, ikinci devreye üç değişiklikle başladı.
Sapır sapır dökülen ve hiç üretemeyen merkez ortaya alınan Yusuf, rakibin de devre başında bir eksik kalmasıyla oyuna hareketlilik getirdi.
Furkan Emre’nin yerine sol stoper olarak giren Emre Kök ile tandemi Ertuğrul kendilerini biraz daha ön tarafa taşıyınca, savunma ile merkez orta arasındaki boşluk kalktı ve Yusuf ile Barış takımı ikinci bölgeden üçüncü bölgeye daha çabuk ve kanatlara yayarak taşımış oldu.
45 ile 60 arasındaki bu saman alevi gibi de olsa, heyecan yaratan ve biraz futbola benzeyen oyun, seyir zevkini arttırırken, rakip ceza sahasında da çoğalmamıza olanak tanıdı.
Ama, dedik ya;
“Saman alevi gibi”
Hepsi o kadar işte!
15 dakikalık rüzgara bir penaltı golü ile kaçan iki gol pozisyonu ve köşe atışları sığdırabilen bir oyuncu grubu ile bir takımı geçmişiyle birlikte nasıl değerlendirmek gerekir? Muamma...
Evet. Acı ama gerçek!
Bulunduğumuz yere nasıl geldik, neler yaptık? Hazmetmeye fırsat bile bulamadan yeni tecrübelere yelken açmak zorunda kaldık?
Bundan böyle, sonrası adına ne yapmak gerekecek, yaşayıp göreceğiz.
Yorumlar
Kalan Karakter: