Birkaç yıl önce Karadeniz gezim sırasında tanıdığım, dostluklarından onur duyduğum o muhteşem insanları yazmıştım.
Okuyuculardan çok güzel dönüşler almakla beraber yazıda geçen Rize’nin Fındıklı ilçesinin Belediye Başkanı Ercüment Şahin Çervatoğlu okuduğunda çok duygulandığını, Fındıklı Belediyesinin sayfasında paylaşıp teşekkürlerini sunarak ifade etmişti.
Oradaki dostlarımın isteği üzerine yazımı bir kez daha yayınlıyorum.
...
Rize’nin Fındıklı ilçesi iki tarafı nehir, üst tarafları orman, ön tarafı ise alabildiğine deniz olan, muhteşem güzellikte bir yerdi. Aslında Karadeniz’in birçok yeri gibiydi, saf bozulmamış bir coğrafya...
Fındıklı’yı farklı kılan özelliği hatta bazı sosyologları araştırmaya sevk eden yönü yaşam tarzları, dünyaya bakış açıları...
Bu insanlar ön yargısız, insanı sadece yalın haliyle sevmeyi becerebiliyorlardı. Tüm ötekileştirmelerden arındırarak yani... Dini, dili, ırkı, siyasi görüşü umurlarında bile değil. Zaten tanıştıkları hiç kimseyle bu tür sohbetler etmiyorlar.
Burada suç oranı yok denecek kadar az.
İnsanların çoğu inançlı, bunun yanında Atatürk ve cumhuriyetin değerlerine sıkı sıkı bağlılar ve onları en çok kızdıran, bu değerlere laf söylenmesi...
Cinsiyet ayrımı gibi safsataları çoktan aşmışlar.
Ev işlerinden tutun sosyal hayatta da tam bir paylaşım içindeler... Hatta kadınlara verdikleri değer, örnek değerinde.
Kapitalizmin dayattığı tüketim çılgınlığı umurlarında bile değil...
Çoğu dededen kalma evlerde ve sadece gerekli eşyalarıyla, minimalizmin mutlu
Ne maneviyatta ne de maddiyatta şekilcilikten ve gösterişten çok uzaklar.
Eğlenmeyi çok seviyorlar, bunun için özel bir zaman gerekmiyor bile. Sahilde gezerken biri bir tulum çalıyorsa kadın-erkek, tanısın tanımasın horon vururlar.
Çarşısıysa oldukça sevimliydi. Küçük meydana bakan dükkanlar, esnafın birbiriyle olan diyaloğu özlenen güzellikteydi. Erkek kadar kadın esnafın olması da çok güzeldi. Dükkanların genelinde Atatürk portresi baş köşedeydi...
Fındıklı’da genelde plaj olarak nehri kullanıyorlardı. Bir ara plajın erkek ve kadın olarak ayrılması gerektiğini gündeme getirmiş birileri, halk eylem yapmış.
“Biz şimdiye kadar birbirimize cinsiyet ayrımı yapmadık, bu ayrımı yapmaya kimsenin hakkı yok!” diyerek kendilerini ifade edecek kadar da yürekli ve kararlılar ayrıca...
Bu arada okuma oranı da oldukça fazlaydı. Eğitimin gerekliliğine inanıyor ama bunu bir ölüm kalım haline getirmiyorlardı. Zaten birçoğu da üniversiteden sonra tekrar buraya gelip aynı düzene devam etmişti.
Birkaç gün sonra Fındıklı yaylalarında ün yapmış bir yere kahvaltıya gidelim dedik.
Fakat araç ancak bir yere kadar çıkabiliyordu. Birkaç kilometre dar patikadan yürünecekti. Devamında bir tarafımız uçurum diyebileceğim bir yola girdik.
Bu yolda beni en çok şaşırtan bir o kadar da mutlu eden tarafı, belli aralıklarla yorulanlar için ahşap banklar ve ağaç kovuklarındaki kitaplar oldu. Dinlenirken ormanın ve kuş seslerinin içinde kitap okumanın zevkini de yaşamamızı istemişlerdi.
Bu zevkli yoldan sonra pansiyona gelmiştik. Karı koca ve iki oğullarıyla işlettikleri, ev ortamı gibi hazırlanmış masa ve masanın gözdesi muhlama...
İşletmecisi, yıllarca İstanbul’da gazetecili
Gazeteci abimizin akıcı bir sohbeti vardı. Güzel dinliyor ve çok güzel anlatıyordu. Kahvaltıdan sonra emekli gazeteci, şimdilerde işletmeci abimizle kahvelerimizi yudumlarken konu Nâzım Hikmet’e geldi nasıl olduysa...
Babam; Nazımla bir dönem arkadaş olma şansını yakalamış biriydi, dedi.
“Babam öyle zengin biri değildi. Okuma yazması da yoktu ama iyi bir marangozdu. Çoluk çocuk bir de yokluk...
Arada birilerinin kamyonunda uzun yol şoförlüğü de yapardı. Bunların birinde, götürdüğü malların belgeleri falan eksik olduğundan ceza yemiş...
Beş altı ay hapis cezası veriyor mahkeme. Bu garibanlığın içinde bir de hapse düşüyor. Gardiyanlar babamın marangozluktan anladığını öğrenince hapishanede neye ihtiyaç varsa hatta yoksa, masa, sandalye, kırık dökük habire babama yaptırıyorlar. Hatta evlerindeki işleri bile...
Babam da gariban adam, ses çıkarmaya korkuyor ama her gece delik deşik olmuş elleri, yorulmuş bedeniyle, bitap bir şekilde zar zor yatağa atıyor kendini.
Bir süre sonra Nâzım Hikmet’i babamların koğuşuna veriyorlar.
Herkesle tokalaşıyor, hal hatır soruyor Nâzım... O sırada kapı açılıyor. Gardiyan babamı işaret ediyor. “Benimle gel” diyor.
Nâzım hemen soruyor;
“Hayırdır niye çağırıyorsun adamı”
“Senlik bir şey yok, o benim evin masasını yapacak.”
Nâzım ayağa kalkıyor. O sırada gardiyana doğru ürkerek giden babamı, omuzundan arkaya doğru itip önüne geçiyor.
Gardiyanla burun buruna gelip;
“Kaç lira vereceksin emeğinin karşılığında?“
Gardiyan afallıyor,
”Ne parası, tek kuruş vermem hapis adama” deyince Nâzım gardiyanın üstüne yürüyor.
“O hapis yatarak cezasını çekiyor, senin hizmetini yapmak buna dahil değil. Ya emeğinin karşılığını verirsin veya ona öyle beleş ve istemediği halde bir şey yaptıramazsın. İzin vermem, karşında beni bulursun!“ der.
Gardiyan olası bir kargaşadan korkmuş olacak ki hemen orayı terk ediyor.
Nâzım, sonraki günlerde babam dahil koğuşta okuma yazma bilmeyen herkese okuma yazmayı öğretiyor.
Bir taraftan da
“Hak hukuk nedir, neye yarar, neden gereklidir?” konularını anlatıyor.
Babam hapisten çıktığında da uzun süre mektuplaşıyorlar.
Girdiğinde büyük bir üzüntü yaşamışken Nâzım’ın sayesinde okuma yazma öğrenmiş, emeğin her şeyden kutsal olduğunu ve karşılığını almanın da adaletin gereği olduğunu öğrenerek hapisten çıkmıştı babam...
Bizi de o bilinçle yetiştirdiği gibi oturduğu her mecliste de öğrendiklerini dili döndüğünce anlatırdı...
Nâzım’a bu anlamda minnettarız diye devam ediyordu...
Dinlerken Fındıklı’nın hayat tarzını ve insan kalitesini de anlamlandırmıştım kendimce...
Bu güzel ilçedeki o büyülü dünya Nâzım’ın bir şekilde buraya dokunmuş olmasından mıydı acaba..
Yorumlar
Kalan Karakter: