Doğduğum evde, apartman komşularımızdan biri ağabeyiydi, zaman zaman onu ziyarete geldiğinde bizim evde bile telaş olurdu “Edip Akbayram geldi,” diye. Çocuğum tabii net hatırlamıyorum, annemden dinliyorum.
Ama çok iyi hatırladığım şey, evde çalan 45’lik plaklarından yükselen yanık sesi. Altın Mikrofon Yarışması’nda aldığı birincilikle adını duyurduktan sonra şarkılarıyla fırtınalar estirdiği 70’li yıllardı. Çocuk belleğime bu yüzden yer etmişti pek çoğu.
Yabancı şarkılara Türkçe sözlerin yazıldığı bir dönemde toplumsal mesajlar içeren şarkılarının bir haykırış olduğunu henüz kavrayamadığım zamanlardı.
12 Eylül’le birlikte devletin resmi ve Türkiye’nin o dönemdeki tek yayın kurumu TRT’de bestelerinin yayını yasaklandı.
Yasağın nedeni şarkılarının sözleri diğer deyişle Nazım Hikmet’in ve Sabahattin Ali’nin şiirleriydi.
Bu yasak, ne onun üretkenliğini ne de halkın kalbindeki yerini etkiledi.
Çünkü bir şeyi fiilen yasakladığınızda zihinlerden ve yüreklerden silemiyorsunuz.
O şarkılar fısıltıyla da olsa söylenmeyi sürdürdü.
Bu nedenle yasak şarkılar konusu her açıldığında aklıma bir ilkokul öğrencisi olduğum o yıllarda ablam Ayşe ve arkadaşı Güldeniz’in “Güdenlerin Türküsü”nü ürkek ama yasak çiğnemiş olmanın verdiği tuhaf neşeyle söylemeleri gelir.
Bir de o şarkının çocuk yüreğimde bıraktığı nedensiz sızı.
Nâzım Hikmet’in “Gece Gelen Telgraf” kitabında yer alan “Giden” şiirinin sözlerini yeniden düzenleyen Edip Akbayram, “Gidenlerin Türküsü” adıyla bestelemişti.
80’lerin son döneminde Ankara’da üniversite öğrencisi olduğumda onun yasağı bitmiş “Özgürlük” albümüyle âdeta yeniden şahlanmıştı.
İşte, sözleri Gülten Akın’a ve bestesi Kemal Gürel’e ait “Büyü” şarkısı da bu dönemde dilimize pelesenk olmuştu:
“Büyü de baban sana Büyü de büyü/ Yokluklar alacak acılar alacak.”
Başka şarkıları da elbette.
Mesela 1990’da çıkardığı Şahdamar albümündeki şarkıları neredeyse gece gündüz dinliyorduk.
12 Mayıs 1990 günüydü; “Unutamadıklarım” albümü çıkmadan iki yıl önceydi.
6. Sincan Lale Festivali’nde konser verecekmiş.
Ankara’yı bilen bilir, Sincan-Kayaş arasında banliyö treni vardır.
Banliyö trenine ben o gün ilk kez bindim; Edip Akbayram’ı dinlemek için.
Okuldan Nurgül, Ercan, Nilgün, Adalet, Teoman ve Tahsin’le birlikte yola koyulduk. “Hava nasıl oralarda?” şarkısı dillerden düşmüyor ama raylardan yükselen sesler bana “Gidenlerin Türküsü”nü söylüyordu.
Nihayet Sincan’da konser başladı ve Edip Akbayram’ı ilk kez canlı olarak sahnede izledim.
Sevdiğim, ezbere bildiğim şarkılarına eşlik ettik hep birlikte.
Mütevazı bir festival için yapılan daveti geri çevirmemişti, bu denli ciddiyetle yapıyordu işini.
Küçük ama ilgili bir dinleyici kitlesine verdiği konserde o mütevazılığın içinde sesiyle ve şarkılarıyla sahneyi bambaşka bir yere dönüştürdü.
O gün orada yasakların kimseye bir şey kazandırmadığını kavradım.
Sahnede şarkı söylüyordu ve bunun nesi suç olabilirdi?
Söylediği şarkıları dinleyince hiçbirimizin aklına yasaklanması gereken bir şey yapmak gelmemişti.
Aksine içimiz coşkuyla ve umutla dolmuştu.
Onurlu yaşamaya, insan olmaya, sevmeye, yoksulluk, haksızlık ve yalanlarla yılmadan mücadele etmeye ve bunun için de yalnızca kendi gücümüze güvenmeye dair bir umutla…
Edip Akbayram denince hatırladıklarımdan biri o unutulmaz gündür.
Edip Akbayram, Bekle Bizi İstanbul’dur, Güzel Günler Göreceğiz’dir, Aldırma Gönül’dür, Eşkıya Dünyaya Hükümdar Olmaz’dır, Türküler Yanmaz’dır.
Büyük usta, ardında kendisini seven milyonlarca yürek, kıymetli şarkılar, hoş seda ve onurlu bir duruş bırakarak veda etti.
Yitirdiklerimizin, gidenlerimizin sayısı günden güne artarken yüreğimizdeki sızı derinleşmeyi sürdürüyor.
Onlar şimdi hep birlikte “güneşli güzel günler”i geride bırakıp “Camların arkasında gece ve kar/Beyaz karanlıkta parlayan raylar/Umutsuz çaresiz sallanan eller/Kavuşulmamayı anlatıyorlar” diyerek Gidenlerin Türküsü’nü söylüyor.
Yüreklerimizde yaşayacaksın büyük usta…
Yorumlar
Kalan Karakter: