“Cumhuriyet sizden fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller ister.”
Ulu önder Atatürk, bu cümleyi 25 Ağustos 1924‘de Öğretmen Birlikleri Kongresinde kurmuştu. Sözleri bundan ibaret değildi.
Konuşmasının devamında, “İşte bu yetenekteki insanları yetiştirmek için de bu yönde vazifelerini bilen yetenekli öğretmenler yetiştirmek gereklidir. İrfan ordusunun kıymeti öğretmenlerin kıymetidir” demişti.
“Cumhurbaşkanı olmasaydım Milli Eğitim Bakanı olmak isterdim” diyecek kadar eğitime önem veriyordu.
Öğretmenliğin tüm mesleklerin önünde tutularak refah ve saygınlıkta hak ettiği değerin verilmesi gerektiğini savunuyordu ve bunun için adım atmakta tereddüt etmemişti.
Medreselerin kaldırılıp, Türkiye Cumhuriyeti sınırları içindeki bütün okulları Milli Eğitime bağlayan, eğitimde birliği sağlayan Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun yürürlüğe girmesinin üzerinden 101 yıl geçmesine rağmen eğitim, acil çözüm bekleyen en temel ve en büyük sorun maalesef.
Sıkça değişen ve içi boşaltılan müfredatla niteliği sorgulanır hâle gelmiş eğitim programı, anayasal hak olan eğitim hakkında eşitlikten uzağa düşmüş öğrencileri ve yetiştirilmesinden istihdam edilmesine, özlük haklarından saygınlığına sorun yumağının içine hapsolmuş öğretmenleri ile Milli Eğitim Sistemi’nin sacayağı kırılmış, sistem tamamıyla yere çakılmış durumda.
Her biri kendi içinde tüm yönleriyle değerlendirilerek kalıcı ve her gelen yönetimle değişmeyecek kurallara ihtiyaç duyan sorunlar barındıran bu sacayaklarından üzerinde en önemle durulması gereken öğretmen ayağı olsa gerek.
1950’li yıllardan başlayarak günümüze değin ilköğretim ve ortaöğretimde görev alacak öğretmenlerin yetiştirilmesi ve atanmasına dair sayısız yöntem değişikliğine gidilerek bu kutsal mesleğin karar vericiler tarafından neredeyse bile isteye bir kenara itildiğine, gözden düşürülüşüne tanıklık ediyoruz.
Gözden düşüş sürecine toplumdan yükselen “Hiçbir yeri kazanamıyorsan bari öğretmen ol” cümlesiyle özetlenen vurdumduymazlık ve “Kadınlar için en ideal meslek öğretmenlik” gibi sınırlayıcı yaklaşım eklendiğinde kalıcı ve sürdürülebilir çözüm üretmekte karar vericiler üzerinde neden bir baskı oluşturulamadığı daha anlaşılır hâle geliyor.
Bu açıdan değerlendirildiğinde proje okullarındaki atamalara öğrencilerin ve velilerin gösterdiği tepki anlam kazanıyor. Öğretmenlerin sorunlarına en çok sahip çıkması gerekenler, evlatlarının iyi eğitim almasını isteyen veliler ve yine iyi ve eşit koşullarda eğitim almanın anayasal hakları olduğunu haykırması gereken çocuklar, gençler değil midir?
Çok uzağa gitmeden son 50 yıla bir göz atalım.
70’li yılların yarısında 80’lere gelinirken eğitim fakültelerindeki yığılma nedeniyle 1985-1991 yılları arasında “Öğretmenlik Yeterlik Sınavı” uygulamaya alındı. 1991’den itibaren mezun öğretmenlerin hepsinin kura çekme yöntemiyle atanması yoluna gidildi. 55. Hükümet’in (ANASOL-D) görevde olduğu 1998’de kamuda kayırma ve torpili önlemek amacıyla çalışmalarına başlanan sınavla atama yöntemi 1999’da yürürlüğe girdi.
İlk 2 yıl Devlet Memurluğu Sınavı (DMS) adıyla anılan seçme yöntemi 2001’de Kurumlar için Merkezi Eleme Sınavı (KMS) ve 2002’den itibaren de Kamu Personeli Seçme Sınavı’na (KPSS) dönüştü.
İşte o günden sonra her konuda olduğu gibi bu sınav işinde de eğip bükmeler başladı ve nihayet iş 2016’dan bu yana uygulanan mülakata kadar geldi.
Kabul edelim ya da etmeyelim etik değerlerin yerleşik olmadığı toplumlarda mülakatlar daima sorunludur. “Arkadaş yakınımdır” yaklaşımı kaçınılmaz olarak işler bu tür bir sistemde.
Bugün artık bir feryat hâlini alan mülakat mağdurluğu için çare ne olmalıdır?
“Kod verelim adayın kim olduğu bilinmesin” yaklaşımının bir işe yaramadığı ortada ki
Millî Eğitim Akademisi gündeme geldi.
Mülakatın yerini söz konusu akademide 14 aylık eğitim alacak, bu süre içinde de öğretmen adaylarına asgari ücret düzeyinde ödeme yapılacak.
Tabir yerindeyse öğretmen atamaları konusunda yükselen öfkeyi hafifletmek için bulunmuş geçici bir formülden başka bir şey gibi görünmüyor bu akademi meselesi.
Belli ki hükümet edenlerin seçim sürecine kadar en azından tabandaki rahatsızlığı gidermek için alelacele seçtiği bir yol.
25 bin diye yola çıkılıp 15 bin öğretmeni sevindirecek atamalarda branş öğretmenliklerinde en yüksek kontenjanın bin 802 ile din kültürü ve ahlak bilgisi alanına verilmiş olması buna işaret ediyor.
Akademi Giriş Sınavı’nda Talim Terbiye Kurulu’nun onayladığı programların dikkate alınacak olması da cabası.
Üstelik açıklanan bu rakam kesin atamaları da ifade etmiyor. KPSS’yi kazanan bu 15 bin öğretmen daha mülakata girecek ve geçebilirse de sözleşmeli öğretmen olacak, kadrolu değil.
Bu cümleyi yazarken bile içi acıyor insanın.
Eğitim ciddi bir iştir; sağlık kadar ciddi.
Sağlığın emanet edildiği hekimler, 6 yıl eğitim görüp üstüne bir de uzmanlık eğitiminden geçiyor.
Sağlığı bu kadar önemsiyorken neden geleceğin emanet edileceği evlatların eğitimi için en iyisini talep edilmez?
Akademiydi, şuydu, buydu pansuman önlemler yerine eğitim fakültelerindeki öğrenim süresinin de 6 yıla çıkarıldığı, eğitim fakültelerine giriş puanlarının eşit ağırlık ve sözel puanı en yüksek okullar örneğin hukuk fakültesi düzeyine çekildiği, bu fakültelerden mezun olanların da ekonomik koşullarının iyi olacağı bir sisteme ihtiyaç var.
Bir cerrahın mahareti hastanın hayatını kurtarır iyi bir öğretmense bir çocuğun geleceğini kurtarır.
Bunu öğretmenler kadar toplumun da istemesi ve talep etmesi gerekiyor.
Yorumlar
Kalan Karakter: