Söylenecek çok şey var ama söylenecek hiçbir şey yok.
Kuzuların, köpeklerin, kaplumbağaların, kuşların, karıncaların diri diri yanarken çıkardıkları çığlıkları duyduktan sonra söylenebilecek bir şey gerçekten yok.
Dört gündür güneş doğuyor ama şehri kaplayan griliği yok edemiyor, etmiyor; o bile suskun, o bile utanıyor ormanda selamlayacağı bir can kalmamasından.
Yerleşim yerleri boşaltıldı, köyler kaybedildi.
Tarlalar, bağlar, bahçeler gitti.
Tesadüfen şehirde bulunmasalar olay mahalline gelmeyi düşünmeyecek yetkililer, kriz kumanda masasının başından boy boy poz verip sayılar sıralamakla yetindiler.
Ne kadar hektar alanın gittiği, kaç evin boşaltıldığı, kaç köyün ateşe yenildiği vesaire.
Oysa gerçekler bunlardan ibaret değildi.
26 Temmuz Cumartesi gecesi Uludağ’dan Mudanya’ya, Gemlik’e, Nilüfer’den İnegöl rampasına, şehrin her yerinden görülebilecek şekilde yükselen yalnızca alev değil ormanların içindeki binlerce canlının; koskoca bir hayatın çığlığıydı.
“Duyun bizi, ölüyoruz! Bunu hak edecek ne yapmış olabiliriz size?” diyen feryatları arşa ulaştı.
Alevlerin yüksekliğince utanç düştü utanmayı unutmamış yüreklere.
Bursa o gece, ağacından köstebeğine kozalağından kertenkelesine, ceylanından yaprağına, arısına binlerce canlı nüfusunu kaybetti, dört gündür de kaybetmeye devam ediyor.
Şehrin üzerine yağan küllere kül olarak bakabilir misiniz artık?
Her bir kül zerresinin içinde dünya hayatının doğal döngüsüne sessizce katkı sağlayan onlarca tür canlının diri diri yanarken acıyan bedeni var.
DNA’sı var, izi var.
Vebali var.
Ahı var.
Bursa, dört gün öncesinin Bursa’sı değil.
Hiç kimse de dört gün önceki gibi olmayacak, olamayacak; üzerine yağan küllerin ağırlığının farkına varıp olmamalı da zaten.
Yorumlar
Kalan Karakter: